İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Güneş Işıkları Altında İstanbul Günlüğü

Ümit Gezgin

Adım atılıyor ve kaldırımlara çıkılıyor.. uyandıktan sonra hemen dışarıya çıkarak kaldırımlardan ileriye doğru gittim.. tek tük insan vardı ve insanların çoğu da dükkanlarında çalışıyordu.. fırınlar, pastaneler, kuaförler.. vızır vızır da arabalar geçiyordu.. ben de öyle kaldırımda yürüyor, bozuk olan kısımlara basmamaya gayret sarfediyordum ve ilerde baktım bir pastanede sabah kahvaltılarını yapan insanlar keyifle gelip geçeni izliyorlar…

Ben ordan aşağıya, sahile doğru ilerledim ve yeni yapılan binaları da daha yakından görmeye başladım.. burada yeni kaldırımlar da yapılıyordu sağlam taşlardan örülü.. bu taşların uzun yıllar dayanacağı ve kırılmayacağı düşünülüyor…

Sadun Boro heykelinin oraya ulaştığımda araçların daha da arttığını gördüm.. sabah kahvaltılarına gelmişti herhalde insanlar, diye düşünmeye başladım.. Arabalar park etmiş, yayalar kah yaya yolundan kah araç yollarından, skooterlara bakarak ilerliyorlardı.. ne de çok skooter, bisiklet ve motor vardı yollarda anlamak mümkün değildi… Sait Faik öykülerinde de insanlar, kaldırımlar vardı.. o da yaşadığı şehri ve insanlarını, gözlemlediği kadar anlatıyor, dile getiriyordu…

Kaldırımlardan Kalamış Parkı’na doğru ilerliyorum.. sonra parkın sahile yakın kısmında bulunan Deniz Kafe denilen yere oturarak bir çay içeyim dedim ama, çoluk çocuk o kadar fazla aile ve insan vardı ki.. insan oturup yazıp çizemiyor ve rahat rahat keyfine bakamıyor.. İnci Küpeli Kız romanını da bir an önce bitirmek ve yeni bir romana başlamak istiyorum.. Zaten aynı zamanda Hüseyin Rahmi’nin Mürebbiye romanını da okuyorum.. o da enterasan bir kitap.. Türk toplumunu geçmişten günümüze kadar anlamak için onu bol bol okumak gerekmekte.. toplumu, mekanı tarihsel ve güncel gerçekliği ve toplum içindeki bireyin durumunu en iyi şekilde anlatan yazarlardan biri Hüseyin Rahmi…

Sokaklar, caddeler, dere kenarlarında yürüyen ve aval aval bakan insanlar.. günlük yaşantı ve telaş ne anlama geliyor.. diye düşündüm…Dükkanlar ve alış veriş dükkanlarına giren çıkanlar.. alış veriş yapanlar ve mutlulukları yüzlerinden okunan insanlar ne anlama geliyor.. hayat.. sokaklar, caddeler.. gidip gelen insanlardan mı ibaret…

Havalar şimdilerde iyi.. daha sonra rüzgarların iyisinden arttığı ve karların düştüğü, derelerin taştığı ve fırtınanın vurduğu zamanlarda ne yapacak insanlar.. Kadıköy ve diğer yerler de yine fırtına ve karlı-kışlı zamanlardan epey etkileniyor ve insanlar özellikle dışarılara çıkmayıp, içerlerde ısınıp, televizyon seyretmek istiyor…

Kurbağalıdere kendi halindeydi.. cayır cayır yanıyordu ve bir zamanların köşklerinden geçilmeyen dere, şimdilerde tek tük köşklere mahkum hale gelmiş vaziyette.. bazı köşkler hala satılıyor.. alan yok.. Eylül ayı olmasına rağmen yeşilliklerin dere kenarını kaplamış olması beni de rahatlatıyor.. çünkü rahat rahat resim yapabilirim.. ve canlı renkleri görüyorum, hissediyorum içimde.. mavi, yeşil, turkuaz renkler var derenin üzerinde.. bir zamanlar derenin ismi Yoğurtçu Deresi imiş.. sonrasında da Kurbağalıdere olmuş.. niye kurbağalıdere o da ayrı bir mesele…

Kurbağalıdere’ye baktım baktım.. birkaç fotoğraf çektim.. ilerdeki net görüntüler altındaki Fenerbahçe Burnu’na, oradaki fener kulesine baktım.. tek tük insanlar dere kenarında yürüyordu.. dereye bakıp, derenin içinde yüzen alabalıkların hareketlerini meraklı, şaşkın gözlerle izlediklerine tanık oluyordum…

Sonra bıraktım dereyi ve maç vardı insanlar tişörtlerini giymiş, yukarıya aşağıya yürüyorlardı.. akşam vakitlerinde stadyumda maç olacaktı.. boğa heykeline doğru tırmananlar vardı.. o insanların arasında ben de boğaya doğru ilerliyordum.. kaldırımlarda yürünecek yer yok gibiydi.. hava güzeldi.. araçlar vızır vızır gidip geliyorlardı.. Kurbağalıdere Köprüsü trafiğe kapatılmıştı.. araçlar geriden dönüyordu.. insanlar, çocuklar, gençler, yaşlılar tişörtlerini giymiş dolaşıyorlardı…

Altıyol’a kadar çıktım.. kilisenin orda, Bahariye Caddesi’ne çıkan, nostaljik tramvay ağır ağır ilerliyor caddenin yukarısına doğru.. içinde genç yaşlı insanlar var.. evlerinin yakınlarından iniyor ve yürüyorlar.. Moda’nın oralarda evleri olanlar genelde Kadıköy merkezden tramvaya biniyorlar ve gidiyorlar.. kaldırımlardan aşağıya, Kadıköy merkeze inen canlı, hareketli kalabalıkla birlikte ben de insan selinin içinde sürükleniyorum.. çevreye bakıyorum, fotoğraf çekiyorum.. gökyüzündeki beyaz pamuk gibi bulutlara bakıyorum.. mavi gökyüzü mutluluk veriyor…

Osman Ağa Cami’sine doğru iniyorum.. kaldırımlardaki her meslekten, şehrin değişik yerlerinden gelmiş insanlar var.. hem yürüyor hem de telefonlarıyla konuşuyorlar.. çoğu kişi mesut, kendinden emin yürüyor da yürüyor.. eşi, dostu, arkadaşıyla hem konuşuyor hem de yürüyorlar..bulutlar cami minaresinin ve kavak ağacının tepesinde toplanmış vaziyette…

Kadıköy meydanında bitli turistleri de gördüm.. ellerinde müzik aletleri.. hem yürüyorlar, hem de şarkı söylüyorlardı.. bitli turist kaldı mı yav.. dedim içimden.. ama demek ki kalmış.. onlar da kendi memleketlerinden kalkıp gelmişler Kadıköy’e ve hem yürüyüp meydanda hem de flüt çalıp, şarkı söylüyorlar…

Farklı insanlar, farklı karakterler görüyorum yola çıkınca.. çarşı içindeki kalabalıkta dünyanın hemen hemen her yerinden gelmişleri vardı… Gökyüzü maviliğinin içinde uçuşan pamuk bulutların ardına saklanmış güneş bir beliriyor, bir kayboluyordu.. gençler, yaşlılar, çocuklar çarşı içinde dolaşıp duruyor, dükkanlara girip girip çıkıyorlardı…

O kalabalıktan çıktım.. bulutların yoğunlaştığı PTT binasının oraya gittim.. köşede de bir taksi durağı vardı.. önceleri orada yoktu.. sonra belediye bağlantılarından dolayı, oraya kendilerine ayarlamışlar demek ki.. işini bilen istediğini gerçekleştiriyordu…

Karşıya geçtim ışıkları bekleyerek.. çoğunun ışıklarla bir alakası yoktu.. biraz boşalınca yol, hemen fırlıyorlardı karşıya.. bir motor fırlıyor yoldan, diğeri ara sokaklarda görünüyor.. sanki herkes eski iskeleye doğru yürüyor.. karşıya geçecekler.. yani Beşiktaş’a…

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: