Ümit Gezgin
Kurbağalıdere’nin kenarına indiğimde aklıma şiir yazmayı bırakmış ve kendisini ressam olarak tanımlamayı şiar edinmiş bir arkadaşım geldi.. niye diye sorduğumda piyasa için cevabını almıştım.. neymiş bu piyasa böyle…


Gökyüzünde güneş salınıyor da salınıyor ve durgun Kurbağalıdere kenarlarına park etmiş yelkenli yelkensiz tekneler içinde yaşayan keyfine düşkün, evini terketmiş insanları da görüyordum… Bugün hava güzel..hatta sıcak.. kahvaltıyı Kalamış Khalkedon’da yaptıktan ve çizdiğim resimleri boyadıktan ve oraların geçmişteki tarihini de anımsadıktan sonra tekrar yollara çıkmış.. yürürken de birkaç tane de spontane resim yapmıştım…

Kağıt toptancısından resim kağıdı almam lazımdı.. bunun için yola çıktım.. yürümeye devam ederken de bir yandan fotoğraf çekiyordum.. zaman zaman da duruyor veya hareket halindeyken, güzel, estetik yerlerin resimlerini kendi tarzım ve üslubuma göre çiziyordum.. her sanatçının kendine göre bir tarzı ve üslubu vardır.. doğayı, nesneleri kendine göre çizer, boyar.. sanat eseri de bunun neticesinde ortaya çıkar zaten.. şiir için de böyle söylenebilir…



Balıklar yaşıyor Kurbağalıdere’de.. durgun dere, kıpırdamıyor.. dereye bakınca sadece martıları, karabatakları ve derenin içinde kımıl kımıl hareket halinde yaşayan balıkları görüyorsun.. onun dışında bir yaşam belirtisi yok.. çünkü bu dere ölü bir dere aslında.. su kaynağı yok, su kaynakları kurumuş vaziyette.. zaman zaman suni, yani taşıma suyla hareket sağlanmaya çalışılıyor.. denize yaklaştıkça biraz kıpırdıyor dere.. yoksa içerilere doğru ilerledikçe kımıltısız bir ölülük, durgunluk söz konusu…

Altıyol’a geldiğimde güneş de iyisinden bastırmış, insanlar ağaç altlarına, gölgelik yerlere çekilmişlerdi.. Boğa heykelinin orda bir kalabalık bir kalabalık.. fotoğraf çektirenler, kendi fotoğrafını çekenler.. aileler, sevgililer.. yoldan geçenler.. dükkanlardaki esnaflar, çalışanlar, ayakçılar, işsizler, yaşlılar, haybeciler.. herkes sanki bir Boğa sever olmuş ve boğa heykeli çevresinde toplanmıştı…





Heykeli geçtim ara sokağa saptım.. Waikiki mağazasına gidip ayakkabılara bakacaktım.. gittim baktım ama.. bana göre ayakkabı bulamadım.. aldığım ayakkabı daha altı ay olmadan sökülmeye başlamıştı.. su geçiriyordu ve dikişleri de atmıştı.. beş yüz lira olan ayakkabıları almaktan vazgeçip, ayakkabımı tamir ettirmeye karar verdim.. nasılsa Beşiktaş’a geçeceğim, orada bir ayakkabı tamircisi bulur tamir ettiririm, dedim içimden.. ara sokaklardan ilerleyerek çeşme durağı ve soyut heykellerin ordan aşağılara, sağdaki ilk sokağa saptım ve işte ordaki ikinci dükkan toptan kağıtçıydı.. kağıtçı çocuk her zaman alış veriş yaptığım.. beni tanıyor, hoca olduğumu biliyordu.. ayaküstü her zaman sohbet ederdik.. ona, hava güzel bir Beşiktaş’a kadar uzanayım, vapurda da resim çizerim, dedim.. o da tabi hocam.. hava güzel, bunaltıcı sıcaklık da yok, dedi…



Kağıt aldıktan sonra tekrar Kadıköy, Osmanağa Cami’sinin oraya doğru döndüm.. ara sokaklar bile kalabalıktı.. küçük küçük kafe, pastane vardı ara sokaklarda.. oralarda bile çaylar en az on liraydı ve çoğu yerde de on iki lirayı buluyordu.. Bahariye Caddesi’ndeki yirmi beş liralık küçük bardak çayı unutamıyordum.. bu kadar da olabilir mi artık, diyordum.. olacak şey değildi.. bunlar kendilerini ne sanıyorlardı böyle…





Yaklaştıkça yaklaştım.. yaklaştıkça yaklaştım meydana doğru çıkmak için dar sokağın ucuna ve Osmanağa Cami’sinin oraya, ana caddeye doğru.. oturanlar, Hayır Lokması kuyruğunda bekleşenler, karşıdan karşıya geçenler.. caminin önünde bekleşen ama’lar, yardım toplayanlar, habire koştur koştur gidip gelenler.. esnaf.. çığırtkanların bağırtıları, balıkçı dükkanların kalabalık önleri ve sürekli fiyatları soran müşteriler.. onlar da haklıydı, ne yapsınlar.. fiyatlar sürekli değişiyordu…

Kadıköy iskelesine doğru dükkan dolu ara sokaklardan.. daha çok yeme içme dükkanlarının sokaklarından ilerliyordum.. herkes ya alışverişe çıkmış ya da bir yere oturmuş yiyor içiyordu.. köşede bir portre ressamı yüz liradan portreler çiziyordu.. gidenler gelenler.. renkler, biçimler, kokular.. hareket ve gürültü iç içe geçmiş gibiydi.. insanın bu kalabalık ve telaş ortamında kendini dinleyebilmesine, hatta bir şey okuyabilmesine imkan yoktu…





Kadıköy sahilinde enine boyuna dolaşmaya başladım.. parlak bir güneş her tarafı aydınlatıyor, insanlar son güneşli ve yağmursuz günlerin keyfini çıkarmak için banklara oturmuş dinleniyor, karşıki sahilleri, Haydarpaşa Gar’ını, denize konup kalkan martıları izliyor.. uzaklardan geçen tankerlere, gelip geçen insanlara sonsuz bir içgüdüsel merak veya alışkanlıkla bakıyorlardı.. hiçkimse hiçbir şey okumuyordu.. kitap zaten bu insanların eline yakışan bir şey değildi.. gazete yoktu…







Vapura bindim sonunda.. vapurda bir çay içeyim, giderken diğer insanlar gibi fotoğraf çekeyim, güneşe bakayım.. buradan adaları göreyim, dedim içimden.. müzik yapılan salonda değil de üst salona geçtim.. orası da gürültülü geldi.. hem bunaltıcı bir sıcak vardı.. oturacak doğru düzgün de koltuk yoktu.. aşağıya indim çayla birlikte.. vapurun kıç tarafına geçtim, arka balkondan seyrede seyrede Beşiktaş’a gidiyorduk…




Sonunda Beşiktaş’tayım.. alel acele çıkıp dağılanların aksine, ben durup fotoğraflar çekiyorum.. bir iki çizgi atayım diyorum içimden.. genç bir nüfus.. herkes genç.. biz orta kuşak olduk artık.. yavaş yavaş ilerlemeye başladım.. tarihi iskelenin resmini çizdim.. insanlar gidip geliyorlardı.. güzel ve güneşli bir gündü…
İlk yorum yapan siz olun