İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Şehir Enstantaneleri…

Ümit Gezgin

27 Şubat 2023, Pazartesi

Şehri var eden unsurlardan biri de anıtsal heykeller.. ve özellikle şehir için önemli olan insanların kaideler üzerinde yükselen estetik ve onların karakterlerine uygun, saygı uyandıran, gerçek anlamda başarılı heykeller.. bu heykeller hepimizi güzel bir şekilde etkileyecek ve sanata karşı da saygı uyandıracaktır..

Balzac heykeli ve kaidesi..

Gelişmiş ülkelerin insanları için diktikleri heykellerin başarıları, özellikle nitelikli ve özgün kaideler üzerinde yükselen görkemli ve estetik heykelleri..nasıl nesilleri etkileyip, belirleyecekse, bizler de buna azami dikkat etmemiz gerekmektedir…

Süreyya İlmen Paşa heykeli ve kaidesi..

Ben Yoğurtçu Parkı içindeki Süreyya İlmen Paşa‘nın başarısız heykelinin, ondan da başarısız ve komik kaide üzerinde yükselmesini her zaman için yadırgıyorum..Büyük emekleri ve gayretleri olup, Süreyya Operası‘nı şehre ve Kadıköy’e armağan etmiş olan Süreyya Paşa’nın bu kadar beceriksizce bir heykelinin parka dikilmiş olması ve bunun da komik bir kaide üzerine oturtulması.. ancak insanı güldürür ve bu trajikomik gerçeklik, hiçkimseye yaramaz…

Anıtsal heykellere dikkat etmemiz gerekiyor. Heykel kamusal bir sanat çünkü.. Nesilleri etkiliyor ve belirliyor.. Şehirlerimizi güzelleştirmenin araçlarından biri de heykeller..Onun için en güzel şekilde bu heykeller yapılması lazım.. Parklar bu anlamda güzel yerler.. Oraların belli noktalarına bu anıtsal heykeller yerleştirilmesi lazım.. ama öncesinde en başarılı bir şekilde yapılması lazım bu heykellerin.. en önemlisi de kaidelerin de güzel ve etkili olması lazım.. Kalamış Parkı’ndaki heykeller bu açıdan bakıldığında kaide fukarası olarak görülüyor.. Fazıl Hüsnü Dağlarca‘nın hem heykeli kötü, hem de kaidesi.. Sonra heykel kıyıda köşede bırakılmaz.. merkeze yerleştirilir.. heykelin dikildiği yer de önemli.. bu noktada bakıldığında, sadece Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın değil, ressam Osman Hamdi‘nin heykeli de kötü.. o da kıyı köşe bir yere atılmış adeta.. Kaba bir koltuğa oturtulmuş.. Ressam değil de, diplomat sanki Osman Hamdi.. Aslı Nemutlu‘nun heykeli de başarılı, özgün kaidesi de.. Allah’tan o başarılı olmuş da, diğerlerinin beceriksizliğini gölgeliyor.. İnsanlar bunun farkında mı.. o da ayrı bir sorun.. Kalamış Parkı’ndaki Khalkedon Kafe‘den çıkıp, denize doğru yürüdüğünüzde karşınıza çıkan, soyut abidiklikteki heykel ise.. artık güler misin ağlar mısın durumunda.. İnsan utanır heykel diye, ne amaçla yapıldığı belirsiz o şeyi oraya koymaya.. Heykelin bir amacı, bir gerçekliğe işareti olması.. en önemlisi kamusal alana yerleştirilen heykel, Sadun Boro heykelinde olduğu gibi birtakım şeyleri ifade etmesi, anlatması gerekiyor… Ama buna kim dikkat ediyor.. Toplumdan da eleştiri gelmeyince.. Belediye her şeyin üzerine bir güzel yatıyor…

Her zaman yanından yürüdüğüm ve martılarına baktığım, köhne de olsa bazı eski zaman evlerine hayran olduğum.. yine köşklerinin fotoğraflarını çekip, resmini çizdiğim Kurbağalıdere’nin yine yanındaydım.. Köşklerin arkasında modern apartmanlar yapılmış.. sevimsiz sevimsiz, eski yeni köşklere egemen arkalarında yükseliyorlar.. Bahçeleri tarumar olmuş eski köşkler.. Yenisi yapılmaya çalışılan köşkler..

Şehrin güzel incileridir bu eskiden gelen, türlü yaşanmışlıkları, anıları, acı ve ölümleri biriktirmiş köşkler.. Kimbilir kimler yaşadı, öldü bu köşklerde.. Yenileri, eskilerini örnek alarak yapılmaya ve yeni sahiplerine hazırlanmaya çalışılsa bile.. bu köşkler kimlere kimlere tanıklık etmediler.. Onların türlü dertlerini dinlemediler.. anılara ve acılara ortaklık etmediler…

Onları görüyorum bir bir.. yan yana dizilmişler.. Yeni bir köşk var.. taze ve beyaz.. herhalde eski bir köşk taklit edilerek aynısı yapılıyor.. Bunların ne olursa olsun çoğalması lazım.. Hiç değilse estetik görünümleri var, çevreye güzellik katıyorlar…

Beyaz köşkler var, kahverengi köşkler var.. Tahtalar ortaya çıkmış.. boyanmış beyazlıklarıyla köşkler.. tarihten güncelliğe uzanan ve şehre, Kurbağalıdere’ye anlam katan.. kalıpsız bir köprü çevrelese bile dereyi, yine de karşısındaki Yoğurtçu Parkı‘yla birlikte bir güzellik katıyor çevreye..

“Tüm yaşam süreçlerinin, uygun bir biçimde gerçekleşebilmeleri için, hem bütünün, hem de parçaların devinmeleri gerekir. Bu yüzden Aristoteles haklı olarak, “Yaşam devinimde vardır” der. Yaşam devinimde vardır ve özü devinimdir. ” Schopenhauer

Bana mutluluk duygusu veriyor Kurbağalıdere’nin kenarında yürümek.. orada, suyun içinde devinen yelkenlilere, teknelere, kayıklara ve motorlara bakmak.. Yürüyen, koşan, seken insanlara bakmak..

“Okur okur, kitaplarda yazılan şeyleri hakikat zannederek kafasına yerleştirirdi. Hayata bakmalı, hayata; kitaplarda bir şey yok… Kim bilir, belki biz de evimizde okuyoruz… Fakat hayat büsbütün başka… Etrafı ve zamanı kollamalı…”  Sabahattin Ali

Karşıya geçecektim.. ama kararsızdım.. geçeyim mi geçmeyeyim mi..Buğulu, sisli bir gündü.. Boğaz’da göz gözü görmüyordu… Vapurlar nasıl görecekti.. Hem çay içecek ve hem de insanları, kalabalıkları, tarihi yapıları ve Boğazda gidip gelen tankerlere bakarak Beşiktaş’a geçecek ve orada resimler çizecektim..

Ağaç dallarına konan kargalara bakarak ilerledim ve bir vapura atlayarak Boğaza doğru yollandım.. Haydarpaşa Gar‘ını sessizce geçince karşımıza Selimiye Kışlası ve hemen önünde de tamiri devam eden Kız Kulesi çıktı.. Yahu, dedim kendi kendime.. bu Kız Kulesi zaten yeni restore edilmişti.. neyi, neresi tekrardan tamir ve restorasyona tabi tutuldu.. anlamadım…

Beşiktaş’a indiğimde her zamankinden daha bir sessizlik egemendi dört bir yana.. Belediye hoş görüyordu arabaların meydanın dört bir yanına park etmesine.. Yürüyecek ne kaldırım, ne meydan, ne estetik bir şey kalmıştı böylece.. Sorumsuzluk, meydanı, sahildeki minik parkı sevimsiz bir mezbeleliğe çevirmişti.. Yetkililer uyuyordu anlaşılan…

Boğaz sularının kenarına oturduğumda çevremdeki kitapların fazlalığı içimi rahatlatmıştı..Bu kitapsız insanların arasında kitap okumak bana mutluluk veriyordu.. Hiç kimseyi görmüyordum artık kitap okuyan..Gençlerden de yoktu artık.. Onlar da telefonla tatmin oluyorlardı..Herkes çoğu kere bu telefonlarına gömülüyordu…

Sisler güneşi kapatamıyordu.. Güneş dalgaların üzerinde yakamozlaşıyor, uzaklara doğru dalga üstündeki güneş ışıklarını taşıyordu.. Şekilsiz ve çer çöpten motorlar bozuyordu bütün güzel görüntüleri.. Güneşi bile anlamsız kılıyordu bu bozuk motorlar.. Martıların beyaz güzel kanatları olmasa, şehir anlamsız olacaktı hepten…

Arabalar arabalar.. Korsan değnekçiler tarafından Beşiktaş’ı mahvediyordu ve buna Belediye de seyirci kalıyordu anlaşılmaz bir şekilde.. Ağaçların altında, meydanın belli, kuytu köşelerinde hep arabalar vardı. Sevgilileriyle gelen çapkın erkekler, aksesuar gibi yanlarında taşıdıkları kadınları değil, arabalarını aynı zamanda saklamak ihtiyacını hissediyor..korsan değnekçilere verdikleri üç beş kuruş fazla bahşişle de bunu gerçekleştirme yoluna gidiyorlardı…

Bu fotoğraflar bana Turner tabloları gibi geliyordu.. Işıklar pembeden, eflatuna ve sarıya kadar uzanıyordu Beşiktaş‘ta.. Vapurda aheste aheste yaklaşıyordu yeni iskeleye.. İlerde Dolmabahçe Cami‘sini görüyordum.. sonra tarihi İstanbul’a uzanıyordu ister istemez bakışlar.. Bunların farkında olmadan motorlarıyla dolaşan gençler vardı.. hızlıca bir yere gidip gelen insanlar.. En mutluları herhalde sabahtan akşama kadar çalışmak zorunda olmayanlardı…

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın

SANAT TASARIM GAZETESİ sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et